7 Kasım 2013 Perşembe

Yağmur

Yağmur... Her nerede olursam olayım oraya ait hissetmeme neden olan yağmur... Yine çiseliyor bir yaz günü. Sırtımda eski, siyah bir hırka, yağmurdan kaçmayı değil yağmurla konuşmayı istiyorum. Belki defalarca geçtiğim yol yine ıssız. Yağmur, bir tek yağmur var sokaklarda. Yürüyorum yağmurla birlikte. Serin değil hava ama yağmur var. Düşünüyorum. Neden insanlar her yağmurda üşümeseler de hırka giyerler? Yürüyom, her zaman kendimle baş başa kalmak istediğimde gittiğim plastik sandalyeli küçük kafede bu defa şansıma hangi masanın düşeceğini düşünerek hızlandırıyorum adımlarımı. Kalabalıklaşıyor sokak. İnsan sesleri geliyor uzaktan; sakin hayatlarını diğer insanlarınkine benzetip mahvetme hayali olan insanların sesleri... Yağmur şiddetini azaltıyor. Küçücük şehirlerinde sahte kalabalıklar yaratmaya çalışan insanlar çoğalıyor yavaş yavaş. Şekersiz bir fincan kahve söylüyorum her zaman yaptığım gibi. Bir anne çocuğuna sesleniyor o sırada: “Çok uzağa gitme sakın! Çabuk dön!” diye. Dönemediğimi hatırlıyorum bir an. Bir zamanlar ait olduğumu hissettiğim yere dönemediğimi...

Kahve geliyor ve bir yudum alıyorum önce. Acı kahvenin dilimde bıraktığı o ilk tadın keyfini çıkarıyorumçünkü biliyorum ki o ilk yudumdaki tadı almak için beklemek gerek. O ilk yudumdaki tadı vermeyecek diğerleri. Yavaş yavaş midemin yanmaya başladığını hissediyorum. Kafam düşüyor öne doğru. Islanmış saçlarımdan bir damla düşüyor masaya. Tüm hayatım gibi; sessizce...

Düşüncelerim yağmur gibi yoğunlaşıyor tekrardan.

Her gitme acıtır. Hiçbir şehir gidenin arkasından ağlamaz, üzülmez sen onu öldürmek istesen de. Yağmurlar her zaman çağırır uzaklardan...

Ruhu özgür her insan gider. Giderken bir şeyler bırakır o şehirde, o kadında, o adamda. Bir şeyi değil her şeyi bırakıp baştan başlar.

Ve gökten değil gözden yağar yağmur.

O gün de öyle yağmur yağıyordu.

Balkonun parmaklıklarına tutunmuş ben ölsem diyordum içimden. Dua eder gibi, tekrar tekrar: “Ölsem, ben ölsem...” Yaşlar akıyordu gözümden. Soluğum kesiliyordu. Göğüs kafesim kendini aşağı doğru salmak isterken başım dur diyordu, sakın yapma.

Bulutlar yıldızları gizlemeye çalışırken rüzgar içimi ürpertiyordu. Rüzgar mıydı içimi ürperten yoksa damarlarıma süzülürken canımı yakan düşüncelerin mi?
Damlalar süzülüyordu. Kimi üçüncü kattan aşağı atlıyor, kimi boynuma süzülüyordu. Ben susuyordum. Titreyen ellerime bakıp yutkunuyordum. Tıpkı az önce yaptığım gibi. Yine kahve fincanını iki elimle sıkıca tutuyor, düşürmemek için büyük çaba sarf ediyor ve başarıyordum; üstümü lekelemiyordu kahve, dudaklarımdan içime süzülüyordu.

Bedenim rüzgarla üşümeyecek kadar sıcak, yağmurun söndüremeyeceği kadar ateşliydi ve rüzgarın beni kendime getirmesini dileyecek kadar aciz, yağmurun gözyaşlarımı geçemeyeceğini bildiğimden gururluydum yine. Sessizlik içimde yankılanıyordu.

Başımı kaldırıp “Kimim ben?” diye sordum olmadık bir anda. “Ben kimim ki?” Durmuşum meğer orda geceden sabaha kadar. Her mevsim yağmurlusun sen, mevsmlerin yağmurlu. Yağacaksın hep dört mevsim ve ıslatacaksın yüzümü.

Yüzün özlemeyecek yağmuru, biliyorum.

Dönerken yağmurdaki insanları gördüm yeniden. Çoğu telaşlıydı ve kaçmaya çalışıyordu şiddetini artıran yağmurdan. Ben ise yağmurla birlikte yürüdüm. Çünkü kimileri sadece yağmurda ağlayabilir kimse farketmesin diye.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder